TAŞ İSKELE

Deniz diyor ki “ sınırını aşmazsan senin orada durmana müsaade edeceğim.” Taş İskele de diyor ki “tamam. Ben zaten burada mutluyum. Ne gerek var sınırları aşmaya, upuzun olmaya. Belki yıkılıp gideceğim kısa süre sonra. O halde ne gerek var birbirimizi kırmaya”.

FUAT CENK ONAT

10/17/20245 min read

Taşları küçük seçin. Büyük olursa harç tutmaz. Çok uğraşırız sonra.”

“Elleriniz birkaç gün acıyacak, su toplayacak ama sadece birkaç gün. Sonra o yaralar kapanacak, nasır olacak. Nasırın sertliği hoşunuza gitmeyebilir. Ama sonra sonra anlayacaksınız o sert çıkıntıların yararını”

Farklı farklı yaşlarda, çocuklukla gençlik arasında bir yerlerde bir sürü çocuktuk Davut Amcanın bu dediklerini dinlediğimizde, daha doğrusu dinler(!) gibi yaptığımızda. İşten kaytaran da vardı, iş yapıyormuş gibi görünen de. Çabalayan da vardı, birazdan kendimizi bırakacağımız serin maviliğe o an itibariyle dalıp giden de.

Birkaç haftanın sonunda nasıl da sevinmiştik taşıdığımız küçücük çakılların çimento ile hemhal olup bir iskeleye dönüştüğünü gördüğümüzde. Her birimiz için ayrı bir anlamı vardı belki o iskelenin ama ortak bir manaya da sahiptik aynı zamanda.

Hayatlarımızın o ana kadarki ilk ve tek eserini yaratmış , emeğin değerli bir şeye dönüştüğünü ilk kez görmüştük.

Şu anki şartlarda “yaratmak” olarak tanımladığım şey çok abartı gibi gelebilir herkese. Ama o iskele bitip de dalgalarla buluştuğunda ve üzerinde uzaklara baktığımız bir varlığa dönüştüğünde hissettiğimiz şey, belki de başka nasıl tanımlayacağımızı bilemediğimiz için tam olarak buydu.

Dalgaların vura vura şeklini değiştirdiği, köşelerini törpülediği, ucunu alıp götürdüğü taş iskeleye bakarken aklıma geldi bunlar.

Bir ara üstleri kapatılmıştı bu ve bunun gibi emektar taş iskelelerin insanlara güneşlenecek yer açmak ve kaldırımı biraz daha genişletmek için. Amaç iyi niyetliydi. Ama iyi niyet, her zaman iyi demek değil ne yazık ki. Özellikle de zamanın ve doğanın ruhuna had aşılarak müdahale edildiğinde. Dalgalar, lodoslarla fısıldaşarak defalarca hatırlattılar bu müdahaleyi ve sınırlarımızı. Kaldırıp attılar o örtüleri.

Önce direndi iyi niyetliler(!). Her seferinde yenisini koydular gidenin yerine. Ve her seferinde doğa geri aldı kendine ait olanı.

Sonunda pes etti iyi niyet sahipleri(!)

Şimdi seyre daldığımı taş iskele, bu mücadelenin ve had bildirmenin sembolü bir bakıma.

Yorgun, eğri büğrü ama halen ayakta.

Denizle aralarında bir anlaşma yapmışlar gibi geliyor bana.

Deniz diyor ki “ sınırını aşmazsan senin orada durmana müsaade edeceğim.”

Taş İskele de diyor ki “tamam. Ben zaten burada mutluyum. Ne gerek var sınırları aşmaya, upuzun olmaya. Belki yıkılıp gideceğim kısa süre sonra. O halde ne gerek var birbirimizi kırmaya”.

Taşları taşırken değil de kalıpları dökerken “niye bu kadar kısa yapıyoruz Davut Amca. Daha uzun yapsak ne olur?” diye sorduğumu hatırladım bu hayali anlaşmayı kafamda kurduğumda.

Davut Amcanın uzaklara bakıp “mesela nereye kadar evlat? Şuraya kadar mı” diye kilometrelerce uzaktaki Orak Adası’nın ucunu gösterdiği anda içimde oluşan ani boşluğu ve sarma sigarasının dumanını semaya salıp “had bilmek iyidir evlat” dediğinde duyumsadığım utançla karışık ayma halimi de anımsıyorum tabii ki.

Serin havanın müsebbibi minik dalgaların tatlı tatlı ıslattığı Taş İskele, bulutların arkasından bir kaybolan güneşle bir ışıldayıp bir kararırken nasırlarıma dokundum.

Eskisi gibi sert ve belirgin değiller. Ama en sıkıntılı anlarımda , ayakta kalmak için mücadele ettiğim anlarda hep oradaydılar

Davut Amcanın biz çocukken dediği gibi “sonradan anlamıştım bu sert çıkıntıların yararını” ve dalgalı deniz misali hayatımda üzerinde güvenle durabileceğim Taş İskele’mi yaratmanın ayrıcalığını.

Herkesin bir TAŞ İSKELESİ olması dileğiyle.

Taşları küçük seçin. Büyük olursa harç tutmaz. Çok uğraşırız sonra.”

“Elleriniz birkaç gün acıyacak, su toplayacak ama sadece birkaç gün. Sonra o yaralar kapanacak, nasır olacak. Nasırın sertliği hoşunuza gitmeyebilir. Ama sonra sonra anlayacaksınız o sert çıkıntıların yararını”

Farklı farklı yaşlarda, çocuklukla gençlik arasında bir yerlerde bir sürü çocuktuk Davut Amcanın bu dediklerini dinlediğimizde, daha doğrusu dinler(!) gibi yaptığımızda. İşten kaytaran da vardı, iş yapıyormuş gibi görünen de. Çabalayan da vardı, birazdan kendimizi bırakacağımız serin maviliğe o an itibariyle dalıp giden de.

Birkaç haftanın sonunda nasıl da sevinmiştik taşıdığımız küçücük çakılların çimento ile hemhal olup bir iskeleye dönüştüğünü gördüğümüzde. Her birimiz için ayrı bir anlamı vardı belki o iskelenin ama ortak bir manaya da sahiptik aynı zamanda.

Hayatlarımızın o ana kadarki ilk ve tek eserini yaratmış , emeğin değerli bir şeye dönüştüğünü ilk kez görmüştük.

Şu anki şartlarda “yaratmak” olarak tanımladığım şey çok abartı gibi gelebilir herkese. Ama o iskele bitip de dalgalarla buluştuğunda ve üzerinde uzaklara baktığımız bir varlığa dönüştüğünde hissettiğimiz şey, belki de başka nasıl tanımlayacağımızı bilemediğimiz için tam olarak buydu.

Dalgaların vura vura şeklini değiştirdiği, köşelerini törpülediği, ucunu alıp götürdüğü taş iskeleye bakarken aklıma geldi bunlar.

Bir ara üstleri kapatılmıştı bu ve bunun gibi emektar taş iskelelerin insanlara güneşlenecek yer açmak ve kaldırımı biraz daha genişletmek için. Amaç iyi niyetliydi. Ama iyi niyet, her zaman iyi demek değil ne yazık ki. Özellikle de zamanın ve doğanın ruhuna had aşılarak müdahale edildiğinde. Dalgalar, lodoslarla fısıldaşarak defalarca hatırlattılar bu müdahaleyi ve sınırlarımızı. Kaldırıp attılar o örtüleri.

Önce direndi iyi niyetliler(!). Her seferinde yenisini koydular gidenin yerine. Ve her seferinde doğa geri aldı kendine ait olanı.

Sonunda pes etti iyi niyet sahipleri(!)

Şimdi seyre daldığımı taş iskele, bu mücadelenin ve had bildirmenin sembolü bir bakıma.

Yorgun, eğri büğrü ama halen ayakta.

Denizle aralarında bir anlaşma yapmışlar gibi geliyor bana.

Deniz diyor ki “ sınırını aşmazsan senin orada durmana müsaade edeceğim.”

Taş İskele de diyor ki “tamam. Ben zaten burada mutluyum. Ne gerek var sınırları aşmaya, upuzun olmaya. Belki yıkılıp gideceğim kısa süre sonra. O halde ne gerek var birbirimizi kırmaya”.

Taşları taşırken değil de kalıpları dökerken “niye bu kadar kısa yapıyoruz Davut Amca. Daha uzun yapsak ne olur?” diye sorduğumu hatırladım bu hayali anlaşmayı kafamda kurduğumda.

Davut Amcanın uzaklara bakıp “mesela nereye kadar evlat? Şuraya kadar mı” diye kilometrelerce uzaktaki Orak Adası’nın ucunu gösterdiği anda içimde oluşan ani boşluğu ve sarma sigarasının dumanını semaya salıp “had bilmek iyidir evlat” dediğinde duyumsadığım utançla karışık ayma halimi de anımsıyorum tabii ki.

Serin havanın müsebbibi minik dalgaların tatlı tatlı ıslattığı Taş İskele, bulutların arkasından bir kaybolan güneşle bir ışıldayıp bir kararırken nasırlarıma dokundum.

Eskisi gibi sert ve belirgin değiller. Ama en sıkıntılı anlarımda , ayakta kalmak için mücadele ettiğim anlarda hep oradaydılar

Davut Amcanın biz çocukken dediği gibi “sonradan anlamıştım bu sert çıkıntıların yararını” ve dalgalı deniz misali hayatımda üzerinde güvenle durabileceğim Taş İskele’mi yaratmanın ayrıcalığını.

Herkesin bir TAŞ İSKELESİ olması dileğiyle.