UZUN BURUN

Bastonunun, kimi iyice yere gömülmüş kimi çıkıntı yapmış her biri ayrı şekil ve büyüklükteki taşların birlikteliğinden oluşmuş Foça’nın meşhur arnavut kaldırımlarına her değişi boş caddede yankı olarak cevap buldukça panjurları henüz açılmamış sakinlerini uyandırma endişesi büyüyordu içinde.

FUAT CENK ONAT

11/28/20244 min read

an old rusted truck sitting on top of a gravel fieldan old rusted truck sitting on top of a gravel field

Sağ tarafındaki bastona yüklenip sol bacağındaki yükü olabildiğince hafifleterek ilerlemeye çalışıyordu ağır ağır. Sabah sessiz ancak bunaltıcıydı. Deniz ise bir önceki gün onca insanı eğlemek için gösterdiği çabanın yorgunluğunu gece boyunca sütliman kalarak atmış olacak ki şimdi yeni ziyaretçilerini bekliyordu kıpır kıpır.

Bastonunun, kimi iyice yere gömülmüş kimi çıkıntı yapmış her biri ayrı şekil ve büyüklükteki taşların birlikteliğinden oluşmuş Foça’nın meşhur Arnavut kaldırımlarına her değişi boş caddede yankı olarak cevap buldukça panjurları henüz açılmamış sakinlerini uyandırma endişesi büyüyordu içinde.

“Hay lanet olası! Bir kez bile sessiz olamaz mısın sen?” diye söylendi tüm gücüyle yüklendiği bastonunun sapını asabi şekilde sıkarak.

Ama kızgınlığı saman alevi gibi söndü gitti geçmişinden kimsenin kalmadığı, geleceğinin ise her canlı gibi kendi için de bilinmez olduğu hayatında bunca yıllık yol arkadaşını üzmemesi gerektiğini düşününce.

“Günaydın Hüseyin Amca ?”

Bastonuyla öyle haşır neşir ve öyle tatlı sert bir temas halindeydi ki arkasından gelip bir anda yanında bitiveren Cumali’yi fark edememişti ilk anda.

“Günaydın Cumali” dedi kendini bir şekilde toparlayarak ve ekledi “nasılsın bakalım?”

“Çok şükür. Sen nasılsın Hüseyin Amca?”

“Çok şükür!”

“Hava bugün sıcak olacağa benziyor Hüseyin Amca!”

“Evet haklısın! Baksana denizin üstündeki pusa!” diye cevapladı o da içinde soru olmayan ama soru gibi telaffuz edilen bu cümleyi.

Bu açıklayıcı cevap sonrasında oluşan anlık sessizliği ise soluklanma vesilesi olarak kullanarak konuşmasına devam etti.

“Bundan elli küsur yıl önce yine böyle puslu bir sabah buradan Bergama’ya gitmiştim benim Uzun Burun ’la!”

Bir adım önüne geçip işine gücüne gitmeye niyetli görünen Cumali ya meraktan ya da saygıdan artık sebep hangisiyse bilinmez, duraladı ve onunla aynı hizaya geldi tekrar.

“Keresteyi yükleyip buraya dönecektim gerisin geri. Beş Kapıların üstündeki o ev var ya!” deyip bastonuyla kalenin üzerinden çatısı görünen evi gösterdi.

“Evet! Biliyorum o evi Hüseyin Amca!”

“Hah işte, o evin çatışı için kereste lazımmış. “ Gider misin” dediler. Gitmem mi hiç. Ekmek parası bu. Ama emektar pek iyi durumda değil. Her gün “benden bu kadar” diyor ama bir taraftan da bana yaranmak için çabalıyor. Öyle bir durumdayız yani. Neyse bir şekilde çıktık yola. Emektarın huyuna gide gide vardık Bergama’ya. Yanaştık keresteciye. Adamlar bir bana bir emektara bakıp dudak büküyorlar. Var bir gariplik. Öyle mi böyle mi derken başladılar yüklemeye. Ben zannediyorum ki yirmi bilemedin otuz parça şey koyacaklar kasaya. Yüklediler de yüklediler. Yüklediler de yüklediler. Adamların dudak bükme sebebinin, “bu yüke bu kamyon” şaşkınlığı olduğu o an dank etti. En sonunda götü(!) öyle yere yapıştı ki garibin, o koca burun havalandı adeta. Bizim emektarın burnu kalkmıştı yani anlayacağın!”

Cumali kıkırdadı bu benzetmeye.

““Ne yaptınız yahu”, dedim heriflere. “Bize gelen sipariş böyle” diye cevap verdiler. Yapacak bir şey yoktu. Çaresiz taşıyacaktım malı. Söz vermiştim. Ama daha Bergama’dan çıkarken “etme bana bunu!” demeye başladı bizim Uzun Burun. Hararet tavana vurdu. Durdum mecbur. Bekledim biraz. Kaputu okşadım. “Bu son. Bundan sonra böyle yük taşıtmam sana” dedim. Garibim, anladı galiba çaresizliğimi ki hararet iniverdi. Hoplaya zıplaya, dura kalka ulaştık Foça’ya çok şükür. Bir heves yanaştım eve. Hem alacağım paradan hem de zor şartlarda bu işin üstesinden gelmiş olmaktan dolayı heyecanlıydım Ama baktım suratlar iki karış. “Ne oldu be?” diye sordum. “Geç kaldın Hüseyin !” deyip benden yüz çevirdiler. Bir şeyler söyleyecek oldum ama görünen o ki bu adamlara laf anlatmaya çalışmak nafile bir çabaydı. Ben de denize karşı sigarasını tellendiren ustabaşının yanına gittim. ”Beyefendi….” der demez sözümü kesti. “Çocukların söylediği gibi çok geç kaldın Hüseyin!” diye afra tafra yapıp orta parmağı ile başparmağını mancınık usulü kullanıp araya sıkıştırdığı izmariti tepeden aşağı fırlattı herifçioğlu(!). Beş para etmez ciğerinde kalan son dumanı da yüzüme üfleyip gitti.

“Vermedi mi yani paranı?” diye sordu Cumali şaşkınlıkla.

“He ya! Yirmi liramı vermedi canı çıkmayasıca!”

“ O zamanın yirmi lirası hem de!” diye üsteledi bu sefer Cumali yaraya tuz basarcasına

“ O zamanın yirmisi tabii!” diye yanıtladı o da iç çekerek.

“Üzüldüm be Hüseyin Amca. Çok ayıp etmişler vallahi!” dedi Cumali yarı kızgın yarı üzgün.

“Sıkma canını. Bak ben buradayım Ama o nerede bilen var mı? Göçtü gitti hem buralardan hem de bu dünyadan” dedi o da hem kendini hem Cumali’yi teselli eder gibi yapıp bastonuyla yine o evi göstererek.

Cumali dudaklarını ısırdı. Belli ki ne yapacağını bilemiyordu. Biraz daha yürüdüler beraber. En sonunda “Hüseyin Amca benim acil bir işim var. Hızlanmam lazım. Müsaadenle!” deyip eliyle son bir selam verdi ve uzaklaştı.

Her ne kadar artık cevabı duyamayacağını bilse de “müsaade senin Cumali. Allah işini rast getirsin” diye seslenmeyi ihmal etmedi o da.

Ağır ağır ilerlemeye devam ederken az ileride Nevzat’ı gördü. Nevzat da onu.

“Günaydın Hüseyin Amca!” dedi Nevzat saygılı şekilde ve terden ıslanmış gömlek yakasını silkeleyerek. Sonra da ekledi “hava bugün çok sıcak olacağa benziyor. Denizin üstü pustan geçilmiyor baksana!”

Gülümsedi ve kadim dostu(!) bastonunun sapını sıktı sevinçle.

“Bundan elli küsur yıl önce yine böyle puslu bir sabah buradan Bergama’ya gitmiştim benim Uzun Burun ’la!” diye söze başladı…..